Can Dostum

Bir Dehanın Kabullenişin Yolculuğu

1997 yılında sinema dünyasına sessizce sızan Can Dostum (Good Will Hunting), basit bir dramanın ötesinde, genç bir adamın kimlik arayışını ve travmayla yüzleşmesini anlatan derin bir karakter çalışmasıdır. Yönetmenliğini Gus Van Sant‘ın üstlendiği bu film, o dönemde adı pek duyulmamış iki genç arkadaş, Matt Damon ve Ben Affleck’in hem yazdığı hem de başrolleri paylaştığı, Hollywood’a bir meydan okuma olarak doğmuştur.

Film, mütevazı bütçesine rağmen elde ettiği başarı ve aldığı ödüllerle 90’ların sonunda bir fenomene dönüşmesini sağladı. Sadece 10 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilmesine karşın, dünya çapında 225.9 milyon dolarlık rekor bir gişe hasılatı elde etti. 70. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil olmak üzere dokuz kategoride aday gösterildi ve iki büyük ödül kazandı: Robin Williams En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü alırken, Ben Affleck ve Matt Damon En İyi Özgün Senaryo ödülünü kucakladı.

Tabi ki filmin bizlerde iz bırakması bu saydığımız ticari veya aldığı ödüllerden gelmiyor; hikayenin merkezindeki derin mücadeleden kaynaklanıyor. Senaristler Matt Damon ve Ben Affleck, senaryoyu yazarken büyük ödülleri ve şöhreti hedeflemiş olsalar da, yarattıkları kahraman Will Hunting, kendisine sunulan en parlak kariyer fırsatlarını, örneğin NSA gibi hükümet işlerini veya yüksek akademik pozisyonları inatla reddeder. Will, başarıyı ve hırsı reddetmeyi seçerek, senaristlerinin kendi hırslarına zıt bir yol çizer. Bu durum, filmin bir yetenek öyküsü olmaktan çıkıp, bireyin seçim ve kimlik arayışının dramatik bir portresine dönüşmesini sağlıyor. Film, izleyiciye başarının tanımının ne kadar kişisel ve dış baskılardan bağımsız olabileceğini gösteren dokunaklı bir yapımdır.

Will Hunting karakteri, Boston’ın iki zıt dünyası arasında sıkışıp kalmış karmaşık bir figürdür. Bir yanda, zorlu bir çocukluk geçirmiş, kaba ve sert bir işçi sınıfı çevresi olan Güney Boston vardır. Diğer yanda ise, ülkenin en prestijli kurumlarından biri olan MIT’nin entelektüel seçkinleri. Will, bu iki dünyayı da yabancılaştırmış bir hademe, yirmi yaşında, kendi kendini yetiştirmiş fotografik hafızası üst seviye olan doğal bir matematik dehasıdır. Hapisten yeni çıkmış olması da onun toplumsal normlara ne kadar aykırı durduğunun bir göstergesidir.

Will’in dahiliği, rastlantısal bir şekilde ortaya çıkar. MIT’de temizlik yaparken, Profesör Gerald Lambeau’nun (Stellan Skarsgard) yüksek lisans öğrencilerine meydan okumak için tahtaya yazdığı son derece zor bir grafik teorisi matematik problemini anonim olarak çözerek hem öğrencileri hem de Lambeau’yu dehşete düşürür. Bu durum, Will’in entelektüel gücünün, sosyal statü kazanma aracı olmaktan çok, kendi içsel yoğun ilgi alanlarına odaklanma ve bir savunma mekanizması olarak kullanıldığını gösteriyor. Örneğin, karmaşık matematik ödevlerini sevgilisi Skylar için kolaylıkla çözebilmesi, onun problem çözmeye olan obsesif yaklaşımını bizlere sergiliyor.

Will’in zekasını bir silah olarak kullandığı en çarpıcı sahnelerden biri Harvard barında gerçekleşir. Kendisine ve en yakın arkadaşı Chuckie Sullivan’a tepeden bakan küstah Harvard öğrencisi Clark’ı aşağılar. Will, Clark’ın akademik kariyerini – Genel bir kütüphanede 1,5 dolara edinebileceğiniz eğitimi almak için 150.000 dolar boşa harcadınız diyerek yerle bir eder. Bu sahne, filmin sınıf çatışmasını netleştirirken, aynı zamanda Will’in kurumsal bilgiye karşı duyduğu nefreti ve deneysel, kendi kendine edinilmiş bilginin üstünlüğüne olan inancını gösteriyor.

Bu entelektüellik ve seçkinlik reddi durumu, Will’in zekasını nasıl konumlandırdığına dair daha derin bir anlam taşıyor. Harvard bar sahnesinde Will, rakibini yenmek için akademik metinlerden uzun paragrafları ezbere okuyacak kadar olağanüstü bir fotografik hafızaya sahiptir. Ancak daha sonra, Lambeau ile tartıştığı bir anda, çözdüğü karmaşık bir matematiksel algoritmanın adını bilmediğini iddia eder. Bu aslında basit bir unutkanlık değil, Will’in Lambeau’nun değer verdiği etiketlere ve formel bilgiye karşı bilinçli bir karşı çıkmadır. Will, problemleri sezgisel olarak anlamasına rağmen, bu bilgiyi kurumsallaştıran ve adlandıran akademiye boyun eğmeyi reddeder. Bu durum onun sadece matematiği değil, akademiyi de reddettiğini gösteriyor. Will, bir dahi olabilir, ancak o, onların dahisi değildir ve bu tavrı Lambeau’nun otoritesini sarsarak onu manipüle etmenin bir yoludur.

Will Hunting’in hayatı, onun dört temel karakterle olan ilişkisi etrafında şekillendiğini görüyoruz. Bu ilişkiler Will’in potansiyelini, travmasını, aşkını ve sadakatini temsil eden güçleri temsil ediyor. İşte filmin gücü de, Will’in zihnindeki kaosu çözmeye çalışan bu dört farklı perspektiften geliyor.

Profesör Gerald Lambeau, Will’i keşfeden ve onu topluma kazandırmayı misyon edinen ödüllü bir matematikçidir. Lambeau, Will’in zekasını gördüğünde, onu hemen yüksek mertebeli işlere, hatta ulusal güvenlik ajanslarına yönlendirmeye çalışır. Lambeau’nun amacı, Will’in yeteneğini boşa harcamamasını sağlamaktır, ancak bu bakış açısı onun Will’i kişisel gelişim yolculuğunda bir birey olarak değil, bir kaynak veya kendi akademik başarısının bir uzantısı olarak görmesine yol açar. Lambeau’nun motivasyonu, kişisel hırslarla örülmüştür. Sean Maguire ile girdiği hararetli tartışmada, Lambeau, Will’in yeteneğini bir nevi kendi bilimsel mirasının bir parçası olarak sahiplenmeye çalışır. Will’in entelektüel potansiyelinin boşa harcanması Lambeau için kişisel bir başarısızlık demektir. Bu anlayışı, Will’in Lambeau’nun ayarladığı iş görüşmelerine alaycı ve sabotajcı bir tavırla yaklaşmasına neden olur. Will, Lambeau’nun kendisine dikte etmeye çalıştığı başarı tanımını reddeder.

Dr. Sean Maguire, Will’in zekasına karşı gardını indiren ve ona entelektüel bir oyun oynamayı reddeden tek terapisttir. Sean, Will’in sürekli kendini kapatan tavırlarına tahammül göstermez; bunun yerine kendi travmasını, kayıplarını ve kırılganlığını ortaya koyarak Will ile bir köprü kuruyor. Böylece, Sean ile Will arasında bir hasta-terapist ilişkisinden çok bir akıl hocası-yoldaş ilişkisi başlıyor.

Sean’ın terapideki en önemli anı, eşiyle nasıl tanıştığını anlattığı hikayesidir. Sean, 1975 Dünya Serisi’nin maçı için aldığı bileti, barda tanıştığı ve ilk görüşte aşık olduğu eşiyle kalmak için feda ettiğini anlatır. Bu hikaye, Will’e hayatın en değerli anlarının kitabi bilgiden veya planlanmış kariyer başarılarından değil, deneyimden ve risk almaktan doğduğunu gösteren güçlü bir dersti.

Sean, Will’in zekasını bir kalkan olarak kullanmasını engellemek için, entelektüel bir çözüm sunmak yerine radikal bir empati savunması yapar. Geleneksel terapistlerin Will’in dehasını bir engel olarak görmesine karşın, Sean onu bir birey olarak kabul eder. Sean’ın stratejisi, Will’in geçmişinden kaynaklanan sosyal baskıyı tersine çevirmek ve ona bir kişi olarak değerli olduğunu kabul ettirmektir. Sean, Will’e kusurlu olmanın güzelliğini gösteren ilk kişidir.

Will Hunting’in dehasının arkasında geçmişte yaşadığı fiziksel ve duygusal istismar sonucu gelişen derin bir travma yatmaktadır. Bu travma Will’in yakın ilişkilere girme ve duygusal risk alma yeteneğini felç eder. Will, tıp öğrencisi Skylar (Minnie Driver) ile tanıştığında, hayatında ilk kez gerçekten bağ kurabileceği, zekasına ve sınıf farklılıklarına rağmen onu kabul eden birini bulur. Ancak Skylar, Will’i kendisiyle birlikte Kaliforniya’ya gelmeye davet ettiğinde, Will ani bir korkuyla geri çekilir ve onu acımasızca iter. Bu tepkinin nedeni, Will’in bilinçli olarak kurduğu bir savunma mekanizmasıdır. Will, Skylar’ın onun hakkındaki mükemmel imajını kaybetmekten ve Skylar’ın da kendisinin mükemmel olmadığını anlamasından ölümüne korkar. Will, kendini açığa vurduğunda, terk edileceğine veya tekrar zarar göreceğine inanır. Onun zekası mantıksal olarak bu riski hesaplamasına izin verir ve sonuç hep aynıdır: Kaçış.

Sean Maguire, bu korkuyu Will’in yüzüne çarparak dağıtır ve filmin en unutulmaz diyaloglarından birini sunar. Sean, Will’in – onu mahvetmek istemiyorum bahanesine karşı çıkarak, Will’in aslında kendi mükemmeliyet imajını korumaya çalıştığını belirtir. Sean, karısının küçük kusurlarını gece alarmı kapatması, karanlık korkusu anlatarak, bu kusurların aslında bireyi tanımlayan iyi şeyler olduğunu ve bireyin kendi tuhaf küçük dünyasına kimleri davet edeceğini seçme hakkına sahip olduğunu söyler. Replik basittir: “Sen mükemmel değilsin, dostum. Ve seni şüpheden kurtarayım: Tanıştığın o kız da mükemmel değil. Asıl soru, birbiriniz için mükemmel olup olmadığınızdır.” Bu öğreti, Will’e, kalbiyle hareket etme cesareti aşılar. Will’in zekası, dünyayı okumasına olanak tanır, ancak Sean’ın dediği gibi, oturduğu sandalyeden dışarı bakmadığı için, yaşamaktan korkmaktadır.

Terapinin son aşamaları, Will’in dehasının çözemediği tek denkleme kendi travmasına odaklanır. Will, mantıksal olarak her problemi analiz edebilse de, çocuk istismarı mağdurlarında sık görülen bir mekanizma olarak, yaşadığı kötü muameleden bilinçaltında kendisini sorumlu tutmaktadır.

Sean, Will’in çocukluk dosyasını okuduktan sonra, ofisinde Will’i köşeye sıkıştırır ve Will’in zırhını kırmaya başlar. Sean’ın defalarca tekrarladığı – Senin hatan değil repliği, filmin duygusal zirvesidir. Will, başlangıçta Sean’ı küçümsemeye çalışır, ancak Sean’ın ısrarlı ve empatik tonu karşısında savunması çöker. Bu, Will’in sertliğini bırakıp ağlamaya başladığı, sinema tarihinin en güçlü sahnelerinden biri olarak kabul edilir ve Robin Williams’a En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını kazandıran performansın kalbidir.

Yönetmen Gus Van Sant, bu sahneyi çekerken sıcak, dünyevi renkler kullanarak Will ve Sean arasındaki ilişkiye samimiyet ve güven duygusu katmıştır. Bu sahne, filmi bir zeka hikayesi olmaktan çıkarıp, bir iyileşme yolculuğuna dönüştürüyor. Sean, entelektüel bir çözüm sunmak yerine, sadece kabullenme sunar. Bu, Will’in zekasının çözemediği tek denklemi, yani kendine değer vermesini ve masum olduğunu çözmesini sağlayarak, yaşadığı travmanın zincirlerini kırar.

Will’in hayatındaki en saf ve en koşulsuz ilişki, çocukluk arkadaşları Chuckie Sullivan, Morgan O’Mally ve Billy McBride’dan oluşan grubudur. Bu arkadaşlar, Will’in zorlu, işçi sınıfı İrlanda mahallesinden gelen köklerini temsil eder ve ona zekasının tehdit oluşturmadığı, olduğu gibi kabul edildiği bir konfor alanı sunar. Will, bu sadakat duygusu nedeniyle, dahi olmanın getirdiği baskıdan kaçmak için gönüllü olarak işçi sınıfının yaşam tarzını sürdürmeyi seçer.

Ancak filmin en dokunaklı anı ve Will’in özgürleşmesini hızlandıran durum, en yakın arkadaşı Chuckie’den gelir. Chuckie, Will’i dahi olarak görmesine rağmen, Will’in bu dehasını sürekli küçük işlerde harcamasından derin bir hayal kırıklığı duyar. Chuckie, Will’e – En iyi dostumsun, sakın yanlış anlama. Ama 20 yıl sonra hala burada yaşıyor olursan… …eve gelip televizyon seyredersen… …hala inşaatta çalışıyor olursan seni gebertirim. Bu bir tehdit değil. Gerçek. Seni öldürürüm. der. Chuckie’nin sevgisi, Will’i olduğu gibi kabul etmenin ötesine geçer; o, Will’in kendini gerçekleştirmesi için kendi varlığını ve dostluklarını feda etmeye hazırdır.

Filmin dönüm noktalarından biri, Chuckie’nin Will’e sarf ettiği şu sözlerdir: Her sabah gelip Will’in kapısında olmamasını, onun daha büyük bir hayat yaşamasını dilediğini söyler. Bu an, sadece bir fedakarlık değil, işçi sınıfı topluluklarının yetenekli bireyler üzerindeki beklenti zincirinin kırılmasıdır. Chuckie, Will’e, o dünyanın zincirlerinden kurtulma izni verir ve böylece Will’in potansiyelini hapseden sadakati ortadan kaldırır. Chuckie’nin koşulsuz sevgisi, Lambeau’nun kariyer odaklı ilgisine karşıt olarak, gerçek dostluğun kişinin özgürlüğüne hizmet etmesi gerektiğini vurgular.

Can Dostum‘un başarısında, Gus Van Sant’ın yönetmenliğinin duygusal derinliği artıran ince dokunuşları ve müzik seçiminin yadsınamaz bir rolü vardır. Van Sant, kariyerinin bu aşamasında daha ticari bir yapıma imza atsa da, karakterlerin iç dünyasına odaklanan, samimi ve dünyevi bir sinematografik dil kullanmıştır.

Filmin duygusal yükünü taşıyan en kritik unsur ise Elliott Smith’in müziğidir. Soundtrack, Danny Elfman’ın zarif besteleri ile Smith’in melankolik, içe dönük şarkı yazımını harmanlar. Elliott Smith, o dönemde depresyon, bağımlılık ve intihar düşünceleri gibi zor konuları açıkça ele alan, hüzünlü akorlarıyla tanınan bir sanatçıydı. Van Sant’ın bu alışılmadık indie seçimi, filmin duygusal alt metnini güçlendiriyor ve ana akım Hollywood dramalarından ayırıyor.

Filmde kullanılan Between the Bars, Angeles ve özellikle Oscar’a aday gösterilen Miss Misery şarkıları, Will’in dağınık zihninin ve savunmasız ruh halinin sesi olur. Will, dışarıdan zekasıyla dünyayı yenerken, içeriden acı çekmektedir. Smith’in dürüst ve hüzünlü müziği, Will’in bu içsel travmasının ağırlığını yansıtır ve nihayetinde kendini kabullenme sürecine eşlik eder. Miss Misery şarkısı, Will’in Skylar’a kavuşmak için Kaliforniya’ya doğru yola çıktığı kapanış jeneriği sırasında çalınır ve bu final kararının duygusal derinliğini güçlendirir. Müzik, filmin didaktik veya aşırı duygusal olmasını engellerken izleyiciyle Will arasında güçlü bir empati bağı kuruyor.

Will Hunting’in yolculuğu, prestijli bir kariyere sahip olma ya da sıradan bir işçi olarak kalma arasındaki bir seçimle noktalanır. Terapinin tamamlanması ve travmasıyla yüzleşmesi sonrasında, Will, Lambeau’nun ayarladığı prestijli iş teklifini reddeder. Bunun yerine, kendi hayatında ilk kez, başkalarının beklentileri yerine, kendi duygusal dürtülerini takip etme eylemini gerçekleştirir. Will, eski, paslı arabasına atlar ve Skylar’ı bulmak için Kaliforniya’ya doğru yola çıkar.

Bu son, filmin en güçlü mesajını özetler: Özgürlük, entelektüel başarıda değil, duygusal cesarette yatar. Sean Maguire’ın daha önce Will’e öğrettiği gibi, hayattaki önemli anlar planlanmış hedefler değil, rastgele karşılaşılan ve risk alınan anlardır. Will, matematiksel zekasının sunduğu sonsuz mantıksal seçenek arasından mantık dışı olanı, yani belirsizliği seçer.

Filmin kapanış jeneriği, Will’in Massachusetts Otoyolu’nda arabayı sürdüğü sürekli bir çekimle ilerlerken, fonda Elliott Smith’in Miss Misery parçası çalar. Bu, Will’in artık kapıda olmadığını Chuckie’nin dilediği gibi ve hayatında ilk kez, bir kızı takip etmekten öte, kendi yaşamını deneyimlemeyi seçtiğini gösterir. Will Hunting, zekasının çözemediği hayat denklemini, entelektüel bir zaferle değil, duygusal bir adım atarak çözer. Gerçek özgürlük, Will için, kütüphanelerde okunan teorik bilgilerde değil, risk almanın ve sevgiyi kabul etmenin pratik eyleminde bulunur. Can Dostum, bu yüzden travmaya karşı empatiyle örülmüş, derin bir iyileşme manifestosudur.

Kaynak
WikiPediaSöylenti DergiYedinciSanat.Net 2014

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu