Hepimiz biliriz yaratılış hikayesini, hani kutsal kitaplarda yazar ya… ama açıpta okumamışızdır bir kere, kulaktan kulağa bir şehir efsanesi olarak yayılmıştır. Çok küçükken Adem ile Havva kazınmıştır artık kulağımıza, biliriz ki ilk insanlardır ama işin aslını daha bilmeyiz. Bir masal gibi anlatılmıştır bize… ama bilinmez ki kırmızı başlıklı kızdan tutun biz erkeklerin çok sevdiği pinokyo öyle bildiğimiz hikayeler ve masallar değillerdir… çok derinlerde bir yerlerde anahtar vardır o anahtar zaten bulunmuştur ve masallar içindeki anahtarlar saklanarak anlatılmıştır bize… çok hoş hikayeler diye sevmişizdir küçükken, bilinç altımıza işlenmiştir bir kere. Adem ile Havva’nın hikayeside öyle hani… aklımızda olanlar elma,yılan(şeytan),ve Tanrı. Bu üçü arasında geçen masal gibi ama pişmanlık dolu bir hikaye. Hiçbir şey var olmadan önce Tanrı vardır diyoruz… kara olmadan boşlukta olan suyun üzerinde uçan bir kutsal yüce. Hayal edemeyeceğimiz biçimde kara bir boşluk… elbette ki herşeyi yapabilen Tanrı, gücüne akıl sır erdiremeyeceğimiz Tanrı demiştir ki ; Tek başıma bu kadar güçlü olsam ne olacak acaba… bana bir şeyler lazım.. ki benim Tanrı’lığımı onlar onaylasın… hani Tanrı iken zaten Tanrı olayım tek başına Tanrı zaten Tanrı değildir değil mi ? Neyse efendim Tanrı diyor ki ; Işık olsun karanlık aydınlansın ışık oluyor… kara olsun diyor kara oluyor… bu kara üstünde çeşit çeşit canlılar olsun diyor hayvanlar ve bitkiler oluyor…suyun içinde envai çeşit yaratıklar olsun diyor deniz canlıları oluyor… herneyse bütün bunlar oluyor… birşey eksik ama.. elbette ki bu kadar canlının arasında bu canlılara hükmedecek bir üstün varlık daha lazım diyor.. ve insanı yaratıyor… bu varlık öyle yüce olsun ki benim suretimde olsun dünyayı ona hediye edeyim diyor. Ve Tanrı Adem’i yaratıyor.. güneşi yaratıyor gezegenleri yaratıyor… akşam oluyor gece oluyor 6 gün yoğun geçen günlerin ardından 7.gün dinlenmeye karar veriyor. Neyse efendim Tanrı, Adem’i yarattıktan sonra ona yaşam gücü vermek adına kendi nefesinden üfleyerek can veriyor.. Adem canlanıyor tanrının cennettinde…ama yok Adem günler geçiriyor bir şey eksik arkadaş… bu adamın canı sıkılıyor… Tanrı görüyor ki birşeyler yolunda gitmiyor. Tanrı düşünmeye koyuluyor… Adem ise hayvanlar arasında kendine eş arıyor… ve Tanrı o an düşünüyor “buldum.!”.

“Yahu Tanrım senin bu bana yarattığın eş.. sürekli kavga ediyor benle, dediklerimin hiç birisini kabul etmiyor. Bunun üzerine Tanrı hiddetlenerek ” Olmaz öyle şey !!” derken Lillith’i huzuruna çağırıyor ama o da ne Lilith ortalarda yok… Şeytan aldı götürdü deriz ya işte belki ordan gelmedir. Lilith ve Adem efsane hikayesinin doğruluğunu ve yanlışlığını ben bilemem ancak Zohar yani Musevi Kabbalası’nın yorumlarında Lilith ile ilgili muhtemelen daha eskilere yönelik göndermeler vardır.
İsterseniz efsaneye bir göz atalım:

Efsanenin bir diğer versiyonu ise şöyle;
Tanrı Adem adını vediği ilk insana yaşayan her canlının adını öğretir, ve dişi, erkek olarak iki cins olduklarını gösterir. Adem birer çift olan canlıların birbirlerine duyduğu aşkı kıskanmaya başlar ve Tanrı’ya bu haksızlığı gidermesi için yalvarır. Tanrı ilk kadın Lilith’i yaratır. Onu da Adem gibi oluşturur ama bu kez saf toprak yerine Adem’de arta kalan tortuları kullanmıştır. Adem ile Lilith hiç bir zaman barış içinde olmamıştır. Adem ne zaman Lilith’le yatmak istese reddedilmiştir. Çünkü Lilith yere uzanmak istemez ve ”Niçin seninle yatmalıyım? Ben de topraktan yaratıldım ve seninle eşitim” der. Adem ona zor kullanınca da öfkeyle karşı koyar veTanrının adını kullanarak göğe yükselip onu terkeder. Melekler Lilith’e gecikmeden Adem’e geri dönmesini söylerler. Lilith ise;”Tanrı beni yeni doğmuş çocuklara yaşam vermekle görevlendirdi. Yemin ederim onları esirgeceğim”der. Lilith’in sözü kabul edilir.
Evet arkadaşlar bu hikaye sürüp gidiyor aslen… daha devam edeceğiniz ama şu ana kadar olan tesiri söyleyim şu ana kadar görebildiğimiz günümüzdede süregelen ve tamamiyle çözümlemesi imkansız olan Erkek ve Dişi ikilemi ve aralarındaki husumet. Bu hikaye okuyanı hem rahatsız ediyor hem de tatlı bir tebessümle okutuyor çünkü küçükken bizlere okunulan ve anlatılan masallar gibi… tatlı geliyor.. ama masalın içindeki anahtarı o ufacık beyinlerle nasıl bulacağız değil mi ? Neyse jeton paraşütle düştü misali.. konuya devam edersek Havva’yı Adem’in yanına getirmeden önce bu konularla başlamamın nedenini şöyle açıklayım sizlere ; Herşeyin kaynağı bu, herşeyin başlangıcı bu… bir husumet… cennetten kovulan biz ! İnsan dertli olmasa… neden karamsar şekiller yapsın ? Konuya en başından başlamayacağım da nerden başlayacağım değil mi ? Tam tersi yine insan mutlu olsa mutluluğunu niye şekillere vurmasın ? Ama olamıyor işte baştan süregelen bir husumet var. Her neyse… bu hikaye şu anlık bana günümüzde çok değer verdiğim sinemayı gerçekten tam anlamıyla idrak eden Danimarka’lı yönetmen üstat Lars Von Trier’in sözünü hatırlatıyor bana. ne demiş üstat
“Bir film, ayakkabının içindeki taş gibi olmalıdır”.
Yahu üstat öyle açıklamış ki 3 kalıba sığdırmış koskoca sinemayı… ne diyor burada ? Bir yolda gidiyorsunuz ayakkabınızın içine taş girmiş ulan aceleniz de var şimdi.. ayakkabıyı çıkarıp çıkaramıyorsunuz da taşı… üstelik etrafta kalabalık insanlar ne yapıyor bu diye bakacak… ama efendim neyse yürüyorsunuz taş elbette ayağınıza batıyor falan acıtıyor.. ama taş içinde oynuyor ayakkabının bazende ayağınızın altından çıkıyor rahatlıyorsunuz bir süre falan ama yürüdükçe ayakkabı içinde oynuyor taş tabi. İşte böyle bir filmde mutlu olabildiğiniz kadar rahatsızda olmanız gerek diyor üstat.. çünkü kaçınılmaz bir gerçek olan mutsuzluk ve rahatsızlıktan ne kadar kaçarız ne kadar sırt döneriz ! Efendim ki bu adam Antichrist filmiyle dünya ile alay etmiş.. aslında meselenin kaynağına dönmüş modern bir Adem ve Havva konsepti işlemiş, aslında AntriChrist’in yani şeytanın bizim kafamızda kurguladığımız ateşler arasında olan zebani tarzı birşey değilde, Kadının ta kendisi olarak tasfir etmiş. Her neyse efendim bu yaratılış hikayelerinden yola çıkarak görüyoruz ki günümüzde bir çok sanat öğesi ne barındırıyor ? Dinlediğimiz müzikler, okuduğumuz şiirler.. izlediğiniz filmler… ne ile alakalı… %95, Aşk ve Kadın dersiniz değil mi çünkü kaynak o… karşıt cinsleri ortadan kaldırın ve öyle bir dünya düşünün… düşünemezsiniz… olsa dert olmasa dert.. çıkış yok. Ama efendim demeyin bana işte zorlu şartlar altında çalışan insanlara, askerlere falanda yazılan şiirler var illa karşı cinse yazılması gerekmiyor ya da aşk konulu olmayan filmlerde var. Ama bakın ne diyorum… kaynak bu.. yaranın ta kendisi o.. yara zamanla tedavi edilememiş ve tüm vücuda yayılmış efendim şimdi mikrobun kaynağını bulamıyorsunuz. Biz artık rahatsız olmalıyız… izlemeyin mutlu sonla biten filmleri… koskoca yalanlar çünkü onlar.. insanın kendini yalandan tatmin etmesi… biz Tanrı’nın Sinemasını idrak etmeliyiz… en kısacası bir yönetmen’in bir sanatçının işi o olmalı. Duygular dışa vurulmadıkça…içeride bizi yavaşça öldürecektir. Ama gelin görün ki bizim bildiğimiz Sinema şu an Tanrı’nın sineması değil de yine Şeytan’ın secde etmeyi ret ettiği insan sayesinde manipule olmuş biçimde tıpkı dünyanın ta kendisi gibi… niye Şeytan’a suç atarız ki…Tanrı’yı bizden daha çok seven Şeytan’a İnsan şeytan’dan daha tehlikeli olduğunu çoktan kanıtladı ve şeytan haklı çıktı. Ama var işte hala var.. Tanrı’nın Sinemasını idrak eden. Size şunu söylemeleyim ki şahsi mesele olsada Tanrı’nın Sineması benim için dinden daha da öte zira yine insandır Tanrı’nın dinlerini bozan… şeytan değil ?! Erma Bombeck Amerikalı gazeteci ve mizah yazarı bir kere demiş ki ;
“Tanrı’nın huzuruna çıktığımda umarım ki en ufak bir yeteneğimi dünyada bırakmamış halde ve ona ” Bana verdiğin herşeyi kullandım” diyebilirim.”
Elbette ki sinema dünyaya çok çabuk hızlı bir şekilde yayılan hitap etme tarzı olarak çok yaygınlaştı bu da sinemanın esas anlamının kaymasına yol açıyor… insanlar şunu bilmiyor bence, eline her kamerayı alan aslında çok kutsal bir şey yapacak ama… esas amacını biliyor mu ? orası muamma… Tanrı’nın Sineması devam edecek elbette. Biz yalan dünyalarda yaşamadıkça.